Paket servis

Sokağa çıkma kısıtlamalarında, gece 24.00’de siparişleri teslim eden iyi yürekli genç çocuk: “Abla lazımsa sigara, çay filan da alırız. Siz çıkamıyosunuz.” Sen yorgun argın koştururken, ben yerin dibine geçtim şu an zaten, çıkamıyorum haklısın…

Karantinadaki tekdüze hayatımızın önemli aksiyonlarından biri, masaları tüm mahalleye yayılmış dev bir lokantaya girer gibi mobil uygulamalara girip, sonu gelmeyen listelerden “bunu evde yaparız” demeye cesaret edemediğimiz yiyecekleri seçip eve istemek oldu. Yemek yapma külfetini bir tarafa itmenin sevinci, buna para yetirebilmenin gizli tatmini, çok sevilen yemekleri kendi salonunda, muaşeretten uzakta yemenin rahatlığı ve belki de en önemlisi, jüri koltuğuna oturup hizmeti puanlamanın azaplı hazzı, daha önceleri de dışarıdan söylemeyi cazip yapan taraflardı.

Evde yemeyi tercih etmekle, buna mecbur olmak arasında fark var kuşkusuz. İnsan bazen, salgına karşı sığındığı bu güvenli limanı dışarıdan girişlere kısmen açıyor, açmak istiyor. Ağızda başka tat, çöpte başka nesneler görmek istiyor. Bu felekten bir gün -ya da öğün- çalma girişimine karşı da bazı yüklere razı olmak gerekiyor. Sipariş verirken gözlerini üzerimize diken vicdan azabını uzak tutmak zor olmuyor: “Bu restoranlar nasıl ayakta kalacak, kuryeler nereden para kazanacak?” Ama işin bir de zülfü yâre dokunan tarafı var. Öyle ya, dışarıdan gelen her şey, sakındığımız illeti eve sokma riskini taşıyor. Gelen paketi bir pit-stop seriliğinde teslim almak için kuryenin bahşişini hazır etmek, paketi derhal lavaboya intikal ettirip dezenfekte etmek, yemeği şöyle bir fırına sokup son virüslerden kurtulmak ve tok karnına acaba ne musibetler kaptık diye istihareye yatmak: Başarılı bir paket servis tesellümünün kendine has kuralları, ‘proses’leri. Galiba hepsi, dışarıyla olan bağlantımızı sürdürme ısrarının bedelleri.